Ilık bir bahar günü tâ uzaklardan savrula savrula gelen küçücük bir gelincik tohumu bahçenin yumuşacık toprağına düştü. Hemen yanında çimleri gördü; yemyeşildiler. Ne güzel renk diye düşünürken bahçıvanın çapası ile toprağın altına gitti. Toprak altı karanlık, nemli bir yerdi. Önce biraz korktu, sonra incecik bir ses duydu; birisi ona sesleniyordu:
— "Ben gülün kökleriyim gelincik kardeş, hoş geldin, sakın korkma, yakında toprak üstüne çıkacaksın."
Birkaç hafta sonra nemli toprak ısınmaya başladı. Tohum çatladı ve yeryüzüne doğru yükseldi. Sabah henüz Güneş doğarken tohumun çatlağından çıkan parça yeryüzündeydi. Gelincik çimler arasından yemyeşil dünyayı görünce çok sevindi. Yeşil rengi pek sevmişti. Yeşil yapraklar vererek yükselmeye devam etti. Yemyeşil birkaç koncası da olmuştu.
O gün Halil bahçede gezinirken gelinciğin arkadaşı olan gülü gördü. Elini uzatıp gülün kurumuş yapraklarını toplamak istedi. İşte tam bu sırada ayağı kaydı ve gülün dikenleri arasına düşüverdi. Ellerine gülün dikenleri batınca çok canı yandı Ayağa kalktığında ellerinden kan akıyordu.
Kıpkırmızı kan!
Bütün bunları gelincik izliyordu. Kanı ilk defa görmüş ve rengine bayılmıştı. Güle:
— "Ne güzel renkte bir su akıyor çocuğun parmağından," diye seslendi. Gül,
— "Benim dikenlerim var. Onlar batınca insanların canını yakar, kan çıkartır. Kan kırmızıdır," diye cevap verdi. Gelincik:
— "Ben dikenli olmayacağım, ama kırmızı çiçek istiyorum," dedi.
O sırada, esen rüzgârın yardımıyla zorlukla eğildi ve tomurcuğunu Halil'in çimler arasına damlayan kanına sürdü, ve Tanrıya yalvardı:
— "Ne olur Tanrım! Benim çiçeklerimi Halil'in kanı gibi kırmızı yap," diye.
Tanrı bu yalvarmaları duymuştu. Gelinciğe:
— "Yalvarmana hiç lüzum yok, sen zaten çalışıp didinip tomurcuğunu Halil'in kanına sürdün, çiçeklerin kırmızı olacak," dedi.
Böylece gelincik istediği beyi çok çalışmakla kazanabileceğini anladı.
2.KISKANÇ BULUT iLE AY IŞIĞI
Bir eylül akşamıydı. Ay, ışınlarını dünyaya göndermiş, orada bin bir türlü oyunlar yapıyordu. Tarlaları, evleri aydınlatıyor, denizin üzerinde parıltılar yaparak insanları eğlendirip sevindiriyordu. Herkes bu oyunlara "mehtap var" diyor, sandallarla denizde geziyor, mehtapta yürüyordu. şairler en güzel şiirlerini yazıyorlar, insanlar sevdiklerini hatırlyıyorlardı.
Mehtapta her şey güzelleşiyordu.
penceresinden yatak odasına giriyor, duvarlarında, halısının üzerinde, battaniyesinde, aynasının üzerinde dolaşıp Halil'i elendiriyordu. Ay ışığı ile Halil'in arası çok iyi idi. Birbirlerini çok seviyorlardı.
Bu sevgiyi çok uzakta kara, kocaman bir bulut gördü ve çok kıskandı. Hemen ayın önüne geçip ışıklarını kapattı. Birden her taraf karanlık oluverdi. Halil çok korkmuştu. Annesine gitmek için kalktı ve odasındaki sandalyeye çarpıp düştü.
Yüzü yere çarptı. Burnundan aşağıya ağzına doğru sıcacık tuzlu bir şeyin aktığını hissetti. Bir anda kendini dipsiz, karanlık bir kuyuda buldu:
Bayılmıştı.
Mehtap birden gidip karanlık olunca annesi bir gürültü duyarak Halil'e seslendi. Cevap alamayınca hemen Halil'in odasına koştu. Halil yerdeydi. Hemen yüzüne soğuk su serpti, kolonya ile bileklerini ovdu. Halil açılmıştı, ama yine de bir doktor çağırdılar. Bütün bunları kara yüzlü koca kıskanç bulut görüyordu. Yaptığı kıskançlığa çok üzülmüştü. Hemen ayın önünden çekildi, çok uzaklara gitti. Bir daha da böyle birbirini sevenlerin arasına kıskançlık edip girmemeye karar verdi.
3.PARKTAKİ GELİNCİK
Yol kenarında denize inen bir parkın üst kösesinde bir gelincik yaşıyordu. İki çiçek ve beş koncası vardı. Koncalardan biri çok küçüktü. Ötekiler hemen hemen açmaya hazırdı. Küçük konca konuştu:
— "Biraz su olsa ben de sizin gibi açabilirim," dedi.
O sabah parka bir karı koca ve iki erkek çocuk piknik için gelmişlerdi. Bunlar, Halil, annesi, babası ve bir arkadaşı idi. Çocuklar etrafta koşuşuyorlar, ana baba denize karşı bir bankta oturuyorlardı. Halil, arkadaşı Deha'ya kurumak üzere olan tepedeki gelinciği gösterdi. Çocuklar susuz gelinciğe çok üzüldüler. Halil, annesine koştu.
— "Ne olur anneciğim, içme suyumuzdan bir bardak şu tepedeki gelinciğe verebilir miyiz? "dedi.
Anne, zaten bir şişe olan içme suyundan bir bardak verdi. İki çocuk koşarak gittiler ve gelinciğin tam köküne suyu döktüler. Küçücük konca suyu aldığında güneş de iyice yükselmişti. Küçük konca yeşil kabuğunu çatlatıp kırmızı başını dünyaya uzattı.
— "Merhaba dünya! Merhaba masmavi gökyüzü," diye bağırdı. Birden köklerinin olduğu yerden kötü bir koku duydu. Rüzgarın yardımıyla dikilen başını eğdi ve orada mısır koçanları, izmaritler, yumurta kabukları ve daha birçok pislik gördü.
Biraz ilerde turuncu boyalı bir kutu vardı. Üzerinde "Çöp kutusu" yazıyordu. Çok şaştı küçük gelincik. işte tam bu sırada parkın çöpçüsü göründü. İri yarı, siyah bıyıklı bir adamdı. Elinde çalılardan yapılmış uzun sopalı bir bahçe süpürgesiyle pat! pat! pat! küçük gelinciğe yaklaşıyordu. Zavallının yüreği öyle hızlı çarpmağa başladı ki, yeniden yeşil kabuğuna girip saklanmak istedi. Aslında bahçıvan çok merhametli idi.
Gelinciğin dibindeki pislikleri usulca topladı. Bu arada küçücük gelinciği görünce
— "Sen bu sabah doğan çocuksun, değil mi?" dedi ve, "Hoş geldin dünyaya," diyerek eğildi, onun incecik tül gibi yaprağına bir öpücük kondurdu.
Küçük konca suyu, Güneş ışınlarını ve sevgiyi görünce daha da kırmızılaştı. Akşama kadar büyüdü, kardeşlerine yetişti ve kendisine su veren çocukların bu iyiliklerini hiç unutmadı.