En Büyük Teselli
Cenabı Hak, anne ve babaların fıtratlarına evlâtlarına karşı bir kısım hikmetler ve maslahatlar için çok samimi bir şefkat duygusunu yerleştirmiştir. Tâ anne ve babalar bu şefkat duygusu sayesinde çocuklarını maddî manevî zararlar- dan korusunlar ve onları dünyalarını mâmur, ukbâlarını da mes’ûd edecekleri şekilde yetiştirsinler.
Evet anne ve babalar, evlâtlarına karşı fıtratlarına konulan şefkat duygularının gereği olarak, çocuklarının şu dünya hayatında bir kısım tehlikelere ve sıkıntılı hallere maruz kalmamaları için onları her türlü fedâkârlığa katlanıp eğittikleri ve geçimlerini rahatlıkla sağlayacakları bir meslek sahibi yaptıkları gibi, gözlerinin nuru ve kalplerinin meyvesi olan çocuklarının âhirette ebedi saâdeti garantilemeleri için de aynı gayreti göstermeleri gerekir.
Hattâ denilebilir ki anne babaların, çocuklarının âhiretteki saâdetlerini dünya mutluluklarından daha fazla düşünmeleri ve bunun sağlanması hususunda gerekli olan tedbirleri almaları, anne ve babaların fıtratlarına konulan şefkatin gereğidir.
Hz. Yûsuf (a.s.), bir kısım sıkıntılar içinde bulunan ve sıkıntılarını gidermek için Mısır’a gelip huzuruna çıkan kardeşlerine, kendisinin “Kardeşleri Yûsuf” olduğunu söyleyip kendini tanıttıktan sonra onlara şöyle demişti:
“Benim gömleğimi babamın yüzüne atın ki, babam görmeye başlasın.”
Beşir, Yûsuf (a.s.)’ın gömleğini getirip de Yakûb (a.s.)’un yüzüne atınca, Yakûb (a.s.)’un gözleri hemen açıldı ve görmeye başladı. Hazreti Yakûb (a.s.)’ın gözleri açılır açılmaz Beşir’e, Hazreti Yûsuf’un nasıl bir hâlde olduğunu sordu ve onun hakkında bilgi istedi:
Beşir, “Onu Mısır’ın kralı olarak bıraktım.” deyince; Hazreti Yakûb (a.s.)’ şöyle dedi:
“Ben krallığı ne yapayım; Ben onun dünyasını değil; Onun dinini soruyorum.”
Beşir, “O, İslâm dini üzerindedir” deyince Hazreti Yakûb (a.s.), “İşte şimdi nimet tamamlandı.” dedi ve âile efrâdıyla birlikte gerekli olan hazırlığı yaptıktan sonra kalkıp Mısır’a gittiler.
Mısır’da Hazreti Yakûb (a.s.), Hazreti Yûsuf (a.s.)’a kavuşup da birbirleriyle yılların hasretini giderdikten sonra ve bir babanın oğluna, bir oğlun da babasına yapması gereken muameleyi yaptıktan, yani gerekli olan hürmeti ve şefkati birbirlerine gösterdikten sonra, Hazreti Yûsuf (a.s.) şefkatli babasına dedi ki:
“Babacığım, o kadar ağladın ki, gözlerini kaybettin. Halbuki kıyâmet gününde bir araya geleceğimizi biliyordun. Öyle ise bu kadar üzüntünün sebebi ne idi?”
Bunun üzerine Hazreti Yakûb (a.s.), “evet” dedi. “Lâkin, senin dinden çıkacağından ve bu sebeple dünyada olduğu gibi kıyâmet gününde de senden ayrı kalacağımdan korktum da, onun için bu kadar ağladım.”
* * *
Hârise bin Sürâka Bedir Savaşı’nda öncü kuvvetler arasında bulunan bir gençti. Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem’in hizmetkârı olan Hz. Enes’in halasının oğluydu. Bedir savaşı esnâsında kuyudan su içerken düşmanın fırlattığı bir okla hayatını kaybetti. Savaş bitip de gâziler Medîne’ye dönünce, annesi bağrı yanık bir şekilde Rasûl-i Ekrem’in huzuruna çıktı ve şöyle dedi:
“Yâ Rasûlallah! Oğlum Hârise’yi ne kadar çok sev- diğimi bilirsin. Gel gör ki artık Hârise yok. Çünkü O, Bedir’de şehid düştü. Eğer biricik oğlum Cennette ise, sabredip mükâfatını Allah’tan bekleyeceğim. Yok eğer Cennette değilse, onun için çok üzülecek ve olanca gücümle ağlaya- cağım.”
Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, bu derece şuurlu olan bağrı yanık anaya şöyle dedi:
“Ey Ümmü Hârise! Âhirette bir değil birçok Cennet vardır. Senin oğlun onların en âlâsında, Firdevs Cennetin- dedir.” (Buhârî, cihâd: 14, meğâzî: 9)
Biricik yavrusunun ebedî saâdeti elde ettiğini öğrenen o mübârek dertli anaya bakın ki, bu müjdeli haber karşısında bütün acılarını birden unuttu ve sevinç gözyaşlarını dökmeye başladı.
İşte şuurlu olan her anne ve baba, kendi kurtuluşunu düşündüğü gibi, Ümmü Hârise gibi evlâdının da âhiretteki ebedi kurtuluşunu düşünmeli ve çocuklarını ona göre yetiş- tirmelidir. Çünkü bir anne-babanın çocuklarına yapacağı en büyük iyilik ve onlara bırakacağı en güzel mîrâs, onları Cehennem’e yakıt olmaktan kurtaracak bir şekilde İslâm terbiyesiyle yetiştirmek ve onların îmânlı bir şekilde ölmeleri için gereken alt yapıyı oluşturmaktır.
Bundan dolayıdır ki, îmanlı olarak ölmek bir insan için en önemli mesele, en birinci meşgale ve hattâ en büyük teselli kaynağı olmalıdır.
Nitekim, Hz. Ömer (r.a.) kendisinin, kardeşi olan Zeyd bin Hattâb’tan sonra Müslüman olmasını, hem de o şehid olup Cennet’e girdiği halde kendisinin hâlâ şu dünyada kalmasını içine bir türlü sindiremiyor ve bundan ötürü de çok hayıflanıyordu.
Hz. Ömer, Yemâme Savaşında kardeşinin şehid olduğu haberi karşısında, çok hayıflanır ve teselli sadedinde “Sabâ yeli estikçe Zeyd’in kokusunu alıyorum.” diye hüzünlenirdi.
“Kardeşim Zeyd’e ne mutlu! Benden önce Müslüman oldu ve benden önce şehid düştü.” diyerek ona çok imren- diğini söylerdi.
Hz. Ömer (r.a.)’in halifeliği döneminde, bir gün ünlü şâir Mütemmem bin Nüveyre onu ziyârete gelmişti. Mütemmem ve Benî Yerbû kabilesinin reisi olan kardeşi Mâlik, Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem zamanında İslâmiyet’i birlikte kabul etmişlerdi; ancak İslâmiyet gönlüne iyice yerleşmediği için olsa gerek ki, daha sonraları Mâlik dinden çıkmış ve Hz. Ebû Bekir devrinde meydana gelen irtidat hareketleri sırasında, mürtedlere karşı tertip edilen Yemâme Savaşında mürtedlerin safında yer almıştı. Bu savaşta İslâm Ordusu’nun başında bulunan Hâlid bin Velîd bir fırsatını bulmuş ve bu Mâlik’i öldürmüştü.
Şâir Mütemmem, Yemâme’de yalancı peygamber safında ve mürtedler arasında öldürülen kardeşi Mâlik için birçok mersiye söylemiş ve bir çok gözyaşı dökmüştü. İşte bu Mütemmem, bir gün Hz. Ömer’i ziyârete geldiğinde onu ağlarken buldu.
Mütemmem, ona niçin ağladığını sorunca, Hz. Ömer (r.a.) şu cevabı verdi:
“ Ey Mütemmem! Benim çok sevdiğim bir kardeşim vardı: Zeyd... İşte benim bu kardeşim Yemâme’de şehid oldu ve Cennet’e girdi. Ben ise hâlâ şu dünyanın içinde yuvarlanıp gidiyorum ve âkıbetimin ne olacağını da bilmiyorum. Şayet senin gibi güzel şiir söyleme yeteneğine sahip olsaydım, ben de kardeşim için senin gibi mersiyeler söyler ve ona olan hasretimi bu şekilde gidermeye çalışırdım.”
Hz. Ömer (r.a.)’in bu veciz sözleri karşısında daha da duygulanan Mütemmem, bir taraftan Hz. Ömer’e teselli vermeye ve onun üzüntüsünü gidermeye çalışıyor, diğer taraftan ise durmadan kendisi ağlıyordu.
Hz. Ömer (r.a.), ona niçin ağladığını sorduğunda ise, Mütemmem şu ibret verici cevabı verdi:
“Âh Ömer, Âh!!! Yemâme’de senin kardeşin şehid olup Cennet’e girerken ve ebedi saâdete kavuşurken, benim kardeşim ise mürted olarak Cehennem’e girdi ve ebedî şakâveti boyladı. Ve sen kalkıp sevinç gözyaşı dökeceğine, hüzün gözyaşı döküyor ve ağlıyorsun. Eğer benim kardeşim senin kardeşinin gittiği yere gitseydi, ben ona hiçbir zaman üzülmez ve hiç hiçbir zaman ağlamazdım”
Bunları dikkatle dinleyen ve az sözden çok mânâlar derlemesini bilen Hz. Ömer’in gönlüne o anlık da olsa (çünkü onun ağlamasının asıl nedeni başka şeydi) bir inşirah geldi, yüzünde mutlu bir tebessüm belirdi ve Mütemmem’e dönerek ona şöyle dedi:
“Ey Mütemmem! Bu güne kadar hiç kimse beni senin kadar teselli etmemiştir. Şu anda sen bana en unutulmaz derecede hatırı sayılır bir tesellî verdin.”
Hâsılı, gerek kendisinin, gerek akrabasının gerekse arkadaşlarının ve bütün insanların îmanlı olarak ölmesi ve ebedi saâdeti kazanması meselesi, aklı başında olan bir insan için, rûhunun en büyük arzusu ve hayatının en büyük tesellî kaynağı olmalıdır.
Öyle ise kâmil bir îmâna sahip olarak ölmenin yollarını araştırmak, bunun için de yeni yetişen neslin ilmin projektör- leri altında ve İslâm’ın öngördüğü terbiye esaslarıyla yetiştir- menin yollarına başvurmak, özellikle de tevhid, nübüvvet ve haşir esaslarının neslin kafasında herhangi bir tereddüde ve şüpheye mahal bırakmayacak şekilde aydınlığa kavuşmasını sağlamak, beşerin nazarında en önemli mesele, en birinci meşgale, en kutsal görev ve en yüce mertebe olarak görül- melidir.
* * *